Övmeye, kutsamaya doyamadığımız dijital dönüşüm

Nalan bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini devcileyin bir teknoloji manyağına dönüşmüş olarak buldu. Daha gözlerini tam açamadan yastığının altındaki akıllı telefonu aldı ve gece uyurken Whatsapp'tan biri bir şey yazmış mı diye baktı. Kimsenin yazmamış olmasına bozuldu. Son satırda yine kendisinin kurduğu "ben uyuyorum tatlım, sabah görüşürüz" cümlesi vardı. Yatağının yanındaki sehpanın üzerinde duran iPad'i aldı ve Twitter'a girdi. "Off amma yoruldum, yatıyorum ben, hadi iyi geceler herkese" tweet'inin üzerine umutla "Günaydınnnn" diyen yenisini ekledi.

Nalan 51 yaşında. Her derde deva olması umuduyla dört elle sarıldığı internet ve mobil teknolojilere her ay taksit ve fatura ödeyip, aplikasyonların son güncellemelerini, her zaman her yerde online olma 'şansını' ve en çok da bu teknolojilerin yalnızlığına ilaç olma umudunu satın alıyor. Daha düne kadar televizyon kumandasını randımanlı kullanamazken bugün iPhone'u olmadan tuvalete bile giremiyor, Twitter'da ünlülere laf yetiştiriyor, iş dönüşü metroda telefon ekranında meyve sebze kesiyor, Facebook'ta duvarına "Çok özledim canımm, mutlaka görüşelim" yazdığı arkadaşlarıyla buluştuğunda yine kafasını kaldırmadan telefonuyla meşgul oluyor, iş maillerini kontrol ediyor, toplantılar 'set ediyor', gittiği mekanlarda check-in yapıyor, yediği içtiği her şeyin fotoğrafını paylaşıyor... Nalan mobil cihazına bağımlı yaşıyor. Ve hala yalnız ve mutsuz; tweet'leri retweet almıyor, ünlülere attığı mention'lar cevapsız kalıyor, Facebook duvarı istediği kadar hareketli değil, Instagram fotoğrafları like almıyor (keşke biraz daha genç olsaydı, Instagram'da hak ettiği ilgiyi görebilirdi)... Zaten son dönemde her şey onu 'daha genç' olmaya itiyor.

Konferans salonlarında toplanıp teknolojiyi kutsama ayinleri düzenliyoruz; big data, artık herkes yayıncı, pazarlamanın geleceği mobilde... Biz böyle coştukça birileri daha kapılıyor o yeni dünyanın büyüsüne; yeni telefonlar, yeni tabletler, yeni üyelikler satın alıyor.

Hazır "Artık herkes yayıncı, kendi mecrasının sahibi" geyiğine girmişken... Bu o kadar da iyi bir şey mi acaba? O kadar da yenilikçi mi? Hiç yenilikçi olduğunu sanmıyorum zira bu bireysel yayıncıların büyük çoğunluğu kendi çocukluğunun şahane teknolojisi olan televizyonu izleyerek büyüdü. Kendi bireysel yayıncılığı o geleneksel/kurumsal medyanın kötü bir taklidi olmaktan öteye gidemiyor. Reyting kaygısı (takip edilme, beğenilme, izlenme, retweet edilme) had safhada. Haberi Reha Muhtar'dan izlemiş bir neslin bireysel haberciliğine bel bağlamak mümkün mü? Geleneksel medya ünlülerin magazinini yapıyordu, şimdi biz kendi medyamızdan (Twitter, Facebook, Youtube...) sıradan insanın magazinini yapıyoruz. Ki, sıradan insanın magazini ünlülerinkinden daha çok ilgi görüyor. Youtube hesabı olan adam, eline çekiç alan çocuk gibi her şeyi yayınlama hakkı buluyor kendinde. Son olarak bir asansörde öpüşen iki adamın videosunu hepimiz gördük. O göklere çıkardığımız "artık herkesin kendi mecrası var" olayının sonucu bu işte; kaydetme ve izletme manyaklığı. Bir asansörde kamera var, o görüntüleri yayınlayan insanlar var, bu nedenle hayatı zehir olan insanlar var. Asansörde öpüşen iki adamın görüntülerini yayınlıyorsun çünkü sokakta el ele dolaşan ünlüleri 'yakalayan', 'basan' iğrenç bir ana akım medyanın ürünüsün sen. Toplumsal normlara uygun düşmeyen her şey senin için de uygun değil, çünkü birey olamamışsın. Birey olmayı başaramamış, vicdan geliştirememiş milyonlarca 'bireysel' yayıncımız var artık, hayırlı olsun. Yarın kendimizi "sokakta yalnız yürürken götünü kaşıyan adam" olarak Youtube'da izleyebiliriz ve sosyal hayatımız alt üst olabilir. Çünkü sokakta kimse yoksa götümüzü kaşırız, olabilir ama artık yalnızlık yok. Kaldığımız otelin banyosunda, asansörde, trafikte, evimizde her yerde kamera var. Ve bu dehşet verici durum, koca koca adamlar tarafından "yeni özgür medya" olarak önümüze getiriliyor. Her şeyi gören göz 'kamera' özgürleşmeye, birey olmaya çalışan insanın ensesinde. Topluma ters gelen bir şey yaptığı anda kendini internette, televizyonda görmesi an meselesi.

Yine o konferanslarda kutsadığımız ve 'yeni nesil pazarlama'nın müjdecisi dediğimiz kişisel verilerin işlenmesi hadisesi var. Akıllı telefonu olan herkes otomatikman 'kişiye özel pazarlama' denilen saçmalığa da maruz kalıyor. Cumhuriyet Caddesi'nden geçerken cep telefonumuza o caddedeki bir mağazanın indirim mesajının gelmesi büyük bir kişisel pazarlama/hedefleme başarısı olarak gösteriliyor. Ama bu durum izlediğimiz, okuduğumuz distopyaların ta kendisi değil mi? Kişisel mahremiyet? Özgürlük?

Tamam, her şey pazarlama başarısı için, daha çok kazanmak, daha çok harcatmak için filan. Bunları hepimiz biliyoruz. Ama bizim amacımız buyken, bu amacı "dijital dönüşüm size özgürlük getirdi, ouuw hem de ne süper iyi oldu, çok şanslısınız elinizde o iPhone olduğu için, çok özgürsünüz, mutlusunuz" filan demeyelim. Komik oluruz.

Bir de gerçekten merak ediyorum: Ne oldu ve ne ara oldu da biz bu kadar 'dijital' bir toplum olduk? 7'den 70'e ne ara coştuk bu kadar? Belediye otobüslerindeki otomatik kapıya daha tam alışamamışken (Dikkat, otomatik kapı çarpar) hem de...

Not: Yazıdaki görseli şu siteden aldım.


1 yorum:

  1. ağzınıza,kaleminize,yüreğinize,emeğnize sağlık.anlayabilene mükkemel bir yazı olmuş.

    YanıtlaSil